Geçen hafta bugünden önceki gün Niğde’de hafta tatilinde Gebere barajına gitmişim, kuşların, kelebeklerin fotoğrafını çekmişim, temiz havayı içime çekmişim.
Gece evimde yatmışım Defne yine huysuzluk yapmış uyutmamış. Sabah 6 da kalkıp işime gelmişim. Her zamanki gibi yeraltına girmişim, var ufak sorunlar cevher az, baskı çok falan sıradan madencilik problemleri, gezmişim ocağı karış karış.
Çıkmışım dışarı tikemi “dışarıda” yerine takmışım. Takip cihazını şarja takmışım. Takipçi Akkuş Mustafa bir şeyler anlatıyor ama bir yandan da telefon çalıyor. Öznur (kardeşim) arıyor. Öznur arar, her zaman arar ama sabahın 10:30 unda “Hayırdır İnşallah” deyip açıyorum. Konuşmaları “mişli”, galiba diyor, kalp masajı diyor, babamı bir ara diyor. Babamı arıyorum “dayımı kaybettik biz köye geçiyoruz” diyor. Kesin diyor. Öldü diyor. Dizlerimin bağı çözülüyor. Elektrik hanenin önündeki demirlere oturuyorum gözüme toz kaçıyor. Bir araba geliyor “düt” diyor selam veriyor ben ağlıyorum, yarım yamalak elimi kaldırıp selamı alıyorum. Kafamı öne eğip siliyorum gözyaşlarımı, şantiye şefi ağlamaz. Bırak şantiye şefini “erkekler ağlamaz”.
Köye gidiyorum bin kilometre, çocukluğumdan beri çıktığım 200 metrelik yolu çıkıyorum ananem mezarında yatıyor, dedem olması gereken yerde yani camda yok. Her zaman camda olan adam şimdi yok. Asırlık eve giriyorum her sabah ananem ile beraber kısa dalga radyodan türkü dinleyip kahvaltı yaptıkları “heette” (salon) pilitanın (fırınlı soba) önünde boylu boyunca tabut içinde yatıyor dedem. Her zaman cam kenarında olan adam boylu boyunca yatıyor.
İçeri giriyorum annem ağlıyor, babanem ağlıyor, Umriye babane ağlıyor gözyaşları sel olup akıyor. Annem kahvaltısını yaptırdım, sakal tıraşını yaptım, suyunu içti, hoca Kur-an okudu, helallik aldım ve kuş gibi uçtu gitti diyor.
Cemaat kalabalık, dört beş köyden gelenler var namazını kılıyoruz. Hoca soruyor “Hakkınızı helal ettiniz mi?” – Helal olsun, “Hakkınızı helal ettiniz mi?” – Helal olsun,“Hakkınızı helal ettiniz mi?” – Helal olsun.
Ben ki cenazelerde namaz kılıp, iki kürek toprak atıp, semaya el açan kişi, Dursun dedem ve ananemin cenazelerinde tabuttan mezara indirirken yardım eden kişi, Hüseyin dedemin cenazesinde mezara inip sağ omuz üstüne yatırıp, kendi ellerimle kefenin bağlarını çözüp, perdeliklerini yan yana dizdim. Toprağını attım, ellerimi açtım semaya “Amin” dedim. Son görevimi yaptım!
Annem diyor: Niye yüzüne bakmadın pamuk gibiydi diyor. Ben hatırlamak istediğim gibi hatırlıyorum ama siz ağzını sıkıca bağlamışsınız. Oysa dedemin konuşması lazım, yaylaları anlatması lazım.
17 yaşındayken yayladan gelen bizim köylü birinin babanlar sığırlarla geliyorlar seni de karşı çağırıyorlar demesini anlatması lazım. İkindi vaktinde bir el feneri bir tabanca ile yola koyulmasını anlatması lazım. Üsküt dağından Çat’ a gidişini, Çat’tan Başyayla’ya çıkışını yolda ayıya rast gelmesini, ayının uçurumdan aşağı düşüşünü anlatması lazım.
Ankara’ya gidişini, Ankara’da film teklifi alışını, Ali Raif dedenin “tek oğlum var onu da artist yapamam” deyip reddedişini anlatması lazım.
Darbe dönemindeki o meşhur işlemeli beyaz ondörtlüsünü, Jandarmanın muhtar ile silahı almaya gelişini anlatması lazım. O silahı onlara vereceğine kendi elleri ile ateşte “egitup burgutup” parçalamasını anlatması lazım.
Aklungdemidu (hatırlıyormusun) deyip, Çatta Paçe Cengiz ile yakaladığımız alabalıkları anlatması lazım. Paçe Cengiz’in her göle oltayı atıp boş çıkmadığını anlatması lazım.
Anlatması lazım, anlatması lazım ama artık yok. Artık sustu. Çocukluğumu yanında geçirdiğim. Ben ve kardeşlerimin üniversite harçlıklarını veren üzerimizde çok emeği olan dedem “Tuti Raifun Hüseyin” artık yok.
Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.