“Kantin Solculuğu” suçlaması, aslında bir “pasifizm” eleştirisi olmaktan öte anlamlar taşımaktadır. Çünkü 1961 Anayasası, ülke sorunlarına emeği en yüce değer sayan sol çözüm arayışlarına gerekli iklimi sunmuş, özerk üniversite kantinleri de gençliğin bu tartışmaları yaşadığı alanlar olmuştu.
Üstelik, başlangıçta, farklı görüşlerin, barışçıl biçimde sergilenebildiği demokratik köşelerdi.
Öyle sürebilseydi, akıl ve bilim yoluyla, demokratik düşünce ikliminin sunduğu soğukkanlılıkla hem ülke sorunlarının doğru tanımlanması, çözüm önceliklerinin ve gerçekçi çözüm yol ve yöntemlerinin saptanması, hem doğru örgütlenme ve mücadele yoluna girilmesi olanakları bulunabilir, korunabilirdi.
Belki de bu olamasın diye, maceracı yol ve yöntemlere yönelişe neden olan “ajanprovokatör”ler devreye alınmış, sözde “miliyetcilik, ülkücülük, islamcılık” örtüsü de kullanılarak, önce kantinler, sonra sokak, cadde, mahalle ve hatta kentler çatışma alanlarına dönüştürülerek, aynı sınıfın gençleri birbirine kırdırılmış, “demokratik kantin solculuğu” hedefe dönüştürülmüş, yerini “maceracı solculuğa” bırakmak zorunda bırakılmıştır.
Bu süreç, merkezde Türkiye İşçi Partisi (TİP), onu izleyen gençlik örgütü Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ve İşçi sınıfının bilinçli kanadı Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) birlikteliğine dayalı “demokratik sol cephe,” tam da giderek kitleselleşip toplumsal taban genişletme şansı yakalamışken, “devrim namlunun ucundadır.” maceracılığına/sol sapmaya sürüklenmiş, Türkiye’nin emekten yana bir düzene demokratik yoldan evrilmesinin önü kesilmiştir.
Önce 12 Mart, sonra 12 Eylül darbelerine de ortam/bahane sunulmuştur. Sonuçlarını da yaşıyoruz.
Sözün özü “kantin solcusu” olarak kalabilseydik iyiydi bence…