Uzun süre ilham gelmesini bekledim. Bir yaz yazısı yazmak için her şeyden uzaklaşıp okurlarımı güncel sorunlardan, ekonomik bunalımlardan uzaklaştırıp, çakırkeyif yapacak ya da sıcak bir yaz günü içini serinletecek limonata tadı verecek… Ama gelmiyordu ilham ta ki Sinop’ta kaldığım pansiyonun akşamında iki kere dürtülerek kalk çok horluyorsun denilene kadar… İşte o an şehir gün boyunca beni içine çekti ve bu yazı çıkıverdi…
Horultumdan rahatsız olmasın diye sevgili eşim kendimi yazmaya verdim. Kaldığım pansiyonun balkonundan yazıyorum size… Karanlık akşamı bölen martı sesleri, denizden gelen rüzgar esintisi, dar sokaklardan kendini gösteren deniz… İki tek atınca sarhoş olmak istercesine bakan şehir… İşte gün boyunca gezdiğim kale sur kenarları, balıkçı lokantaları içinden geçerken şarkılar eşliğinde arınırken ruhum… Sinoplu şairlerin çokluğu ilgimi çekmişti. Yolunuz bu şehre düşerse şair olmamak imkansız gibiydi. Çünkü kendisine esir ediyordu şehir… Eski Cezaevini gezerken farkettim… Zindanlar ve nem kokulu karanlık odalar içinde ne öyküler var acıya dair ürperdim. Refik Halit Karay’dan Burhan Felek’e, Sebahattin Ali’den Nazım Hikmet’e kadar bir çok yazarı ağırladığı söyleyen cezaevinde bazı kayıtlar hakkında kesin bilgiler tutulamamış. Bunlardan biri de Nazım Hikmet’in kesin burada kalıp kalmadığı konusunda olan bilgi olsa gerek… Nem ve karanlık ürpertirken içimi avluları gezerken sadece gökyüzü var çoğu yer karanlık ve zindan… İşte o anda giriveriyor aklıma meşhur şiiri Sebahattin Ali’nin dizeleri Edip Akbayram’ın sesi ile…
Başın öne eğilmesin / Aldırma gönül aldırma / Ağladığın duyulmasın / Aldırma gönül aldırma
Dışarıda deli dalgalar / Gelip duvarları yalar / Seni bu sesler oyalar / Aldırma gönül aldırma
Şiir ve Türkünün verdiği bir nebze ferahlıkta çıktım içinde bin bir öykü ve anı barındıran cezaevinden …
Şehirleri insanlara benzetirim ben hep… Bu şehir bana orta yaşlarda erkekleri peşinden koşturan işveli bir kadın hissiyatı verdi… İşte tam o arada aklıma bir şiir geldi. Çok ilginç oda Sinoplu bir Şairdi. Ahmet Muhip Dranas ve Fahriye Abla
Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar,
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar.
Bu, afyon ruhu gibi baygın mahalleden,
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın, sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve ak pak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen, Fahriye abla!
Eviniz kutu gibi bir küçücük evdi,
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;
Bahçende akasyalar açardı baharla.
Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye abla
Karşı pencereden çıkacak ve sanki şarkı söyleyip tüm mahalleyi uyandıracak gibiydi Fahriye Abla, tıpkı benim horultumda pansiyondakileri uyandırdığım gibi…
Bunun üzerine şaire ve şiire saygısı olan eşimi tebrik edip, bari Sinop’da olmamızın hatırına beni uyandırmasaydın ne bu yazı çıkacaktı ne de birazdan yazacağım şiir teşekkürler karıcığım derin uykumdan beni uyandırıp, balkonda çakırkeyif halimle şehrin sarhoşluğunu hissettirdiğin için… Bazen kaçamaklar yapmak lazım gündelik sorunlardan uzaklaşmak için… Bir şiirde ben geliyor Sinop (şehir), Şair (ben), ve işte Şiir…
Karanlık gecenin derin horultusunda
İrkildim sarsıntıyla…
Kendimi buldum pansiyon balkonunda
Martı sesi ve rüzgar esintisi
Dar sokaklardan göz kırpan denizi
İşte gariban adamın uyku serseminde
Karı korkusu ile anca yazabileceği
Sinop Akşamına dair uydurma şiiri
Sonra kalan yerden horlayarak balkonda uykuma devam ettim..