Onur Savaşı Mı Darbe Mi?

Okuma Süresi: 3 dk.

Hegel; “Filozofların işi, diyalektik süreci kullanarak tarihin arkasındaki daha büyük aklı aramak”   olduğunu söyler ve kendisi bu arayışı üç şeye odaklanarak yapar; aile, sivil toplum ve devlet.

Hegel, yaşamdaki gizeminin ancak insan ilişkilerindeki nedensellik ilkesinin tespitiyle çözülebileceğine inanır. Bu konudaki Kant’ın iddiası ise şöyledir;  “İnsanın bilme yeteneği, içine aldığı verileri organize eden kendi temel kalıpları ile sınırlıdır. Öyle ki birey bu kalıpların izin verdiği derecede anlama yetisine sahiptir. Bu sınırlar aynı zamanda insanın deneye dayalı ve rasyonel olarak ispatlayamayacağı belirli şeylerin de var olduğu anlamına gelir.”  Bu temel kalıp neyin koruyuculuğunu yapmaktadır ya da insanı hangi yöne kanalize etmektedir?

İşte asıl kilit noktası burasıdır. Siyasi düşünce tarihinin kilometre taşlarından biri olan J. Locke; “Doğası gereği toplumsal olan birey yalnızlaşmadan ziyade hemcinslerine güvenmeye meyillidir ancak başkasına zarar vermekten çok kendi mutluluğunu sağlamak için isyankâr olmuşsa bu bencilliği ahlaki ve rasyonel kabul edilebilir.”  tespitiyle insanın özgürlüğü arızi durumlarda arzuladığını göstererek asıl tercihini bütünleşmekten yana yaptığını ortaya koymuştur. Locke bu tespitiyle aslında insan ilişkilerindeki nedenselliği nerede aramamız gerektiğine de yol göstermektedir.

İbn-i Bacce’nin daha 1100’lü yıllarda yapmış olduğu şu tespit ise bugünün özgürlük sorunlarına ışık tutması açısından şaşırtıcıdır; ”Fertlerin kendilerini gerçekleştirebilmesi için cemiyet şarttır. Ancak bu yüksek gayeye ulaşmada bazen cemiyet zararlı olmaya dönüşür işte o zaman cemiyet içinde cemiyet yapmak gerekir.”   O gün yapılan bu tespit hala güncelliğini koruyabiliyorsa bu, insanlığın doğru bir çizgide yol aldığını gösterir. Dokuz asır çözülememiş bir sorun ortadayken insanlığın doğru bir çizgide yol aldığını savunuyor olmam tuhaf karşılanabilir. Ancak bu sorun bizim geçmişi ve geçmişin de bizi anlamasını sağlayan insanlığın ortak dili olarak düşünülür ve her insanın yaşam mücadelesi bu dilin daha anlaşılır olması için verilmiş bir çaba olarak görülürse ne demek istediğim anlaşılacaktır diye düşünüyorum.

J.J Rousseau insanlığın bu ortak dilini toplum iradesiyle bağdaştırır. Onu geçmiş ve gelecek tüm zamanların en iyi rehberi olarak görür;“ Genel irade her zaman haklıdır. O, toplumun, bütün münferit akıllarını aşan ortak iradesidir. Dayandığı ortak duygular ilkel ve duygusal olsa da aklın ötesinde güçlüdür. Yasaları ihlal edenleri bile özgürlüğe kavuşturmada yardımcıdır. İnsanlar, hiçbir zaman suçlarından dolayı idam edildikleri andaki kadar özgür değildir. Toplum için ölenler, günahkâr olarak atfedilseler de gelecekte haklı bir davanın ödüllendirilen şehitleri olacaklardır.”  Buradan şunu çıkarabiliriz; ister gelenekçi ister isyankâr bir birey ol her iki durumda da mücadelen hakikate yürüyüşte önemli bir anlam ifade etmektedir.

-Reklam-

Gadamer; “Tarihsel bir kökene sahip olan önyargıları, esasında bir engel değil ortaya konan hakikati daha güvenilir yapmada bir otorite olarak görür. Hiçbir yer olan önyargısız konumda kendini tanımanın olanaksız olduğunu ve buna paralel ortak güven duyulan bir hakikat yaratmanın da imkânsız olacağını ifade eder.”  Geleneğin, insanlığın doğru rotada yol almasında nasıl mühim bir işleve sahip olduğunu Gadamer’in bu tespitiyle daha net görmek mümkündür.

J.S. Mill ise insanlığın bu mücadelesinde özgürlük arayışına giren ‘bireyin’ önemine işaret eder, “Bireysel özgürlük daima kabul görmüş olana meydan okur, böylece ‘hakikatin’ ‘dogmaya’ dönüşmeden, dinamik kalmasına hizmet eder. En yanlış fikirlerin ifade edilmesine izin vermek bile doğru olanı güçlendirir. Çünkü insanlar kendilerini savunmak için fikri deliller aramak zorunda kalır.”

Yanıtla

Your email address will not be published.

Follow Us